Tecdit kurumu ve Risâle-i Nur

Burdur’dan Mustafa bey: “Hicrî dördüncü asırdan sonra Müceddid gelmemiştir deniyor. Risâle-i Nûr’un dindeki makâmı nedir?”

Her yüz yılda bir Müceddid-i Dîn geleceğine dayalı bir Peygamber (asm) müjdesinin varlığı ve sıhhati konusunda hiç kimsenin şüphesi yok.1 Âhirzamanda bir mehdînin geleceğine dayalı rivâyetler de sahih.2 Hattâ Bedîüzzaman’ın ifâdesiyle Cenab-ı Hakkın, her asırda bir nevi mehdiyet vazifesini yapacak müceddidleri gönderdiği de muhakkak.

Ancak bunlarla ilgili rivâyetlerin bir kısmının müteşâbih olması, bir kısmının da ısrarla sadece siyâsî birer makam olarak yorumlanması çabaları ifrat ve tefrit fikirleri hep doğurmuş günümüze kadar. Bazıları bu makamları tamamen inkâr ederken; bazıları da Peygamberlerden beklemediği ve görmediği güç ve kudreti bu makam sahiplerinden bekleyen bir anlayış içine girmiş. Oysa Bedîüzzaman’ın mesleği ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mesleğidir. Bu meslekte ifrat ve tefrit yoktur.

Resûlullah Efendimizin (asm) müjde ettiği şekilde, her yüz yılda bir Müceddid-i Dîn geleceğine dayalı haber vahiy kaynaklı. Bunda şüphe yok. Ama bu siyâsî bir makam değil. Bunda da şüphe yok. Mehdiyet mes’elesi de siyâset öncelikli bir mes’ele değildir. Zâten kelime olarak “mücedid” de, “mehdiyet” de İslâmiyet’in özü olan “Tevhid” ile çok yakın irtibatı bulunan kavramlardır. Yani her iki kurum için de ana temâ Tevhiddir. Peygamberler de hep Tevhid inancını yerleştirmeye çalışmışlardır. Çünkü—nedense—sarsılan inanç hep Tevhid inancı olmuştur. Tevhid inancı sağlam olan milletler hep ayakta kalmışlar ve güçlü olmuşlar. Çünkü Allah’ın bir olduğuna, her yerde hâzır ve nâzır olduğuna inanan ve Allah korkusunu yüreğinde duyan milletler hiç değilse kötü çığırlardan ve ahlâksızlıklardan uzak kalmışlardır. İslâm tarihi boyunca da Müceddidlerin hemen hepsinin Tevhid öncelikli vazîfelerle görevlendirildiklerini görüyoruz. Çünkü Tevhid dini için, Tevhîd esasının ve inancının sağlamlığını temin etmek ve sıhhatini korumak önemli bir görevdir. Müceddidler asırları ve çağlarındaki dinin yıpratılma çabalarının ağırlığına ve yapısına göre bazen kalbî bir yol açarak tasavvuf sâhasında; bazen akıl, ilim ve hikmet yoluyla fıkıh veya kelâm sahasında tecdid ve içtihad vazîfelerini yürütmüşlerdir. Hemen çoğu yaşadıkları devirlerdeki siyâsetin gazabına uğramışlar, en azından lütuf görmemişler, anlaşılmamışlardır. Meselâ İmam-ı Azam Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel gibi bir kısım Müçtehitler hapishanelerde çile doldurmuşlar. Fakat genelde hepsinin de çağlarından sonra kendileriyle birlikte hakîkat güneşinin farklı doğmuş olduğu anlaşılmış ve hemen hepsini ümmet bağrına basmış, başına taç yapmıştır. Çünkü İslâmiyet’in korunması bizzat Cenâb-ı Hakkın taahhüt ettiği bir meseledir. Cenâab-ı Hak, “Muhakkak Zikr’i biz indirdik; O’nun koruyucusu da elbet biziz”3 buyurarak, Kur’ân’ın ve Kur’ân’dan beslenen Tevhid inancının ve İslâmiyet’in bizzat taraf-ı İlâhîce muhafaza altına alındığını beyan etmiştir. Peygamberler dönemi kapandığına göre; Tevhîd inancının muhafazasının, kendisine vazîfe verilen mütehassıs ve muhakkik âlimler eliyle yapılacağı noktasındaki haberler elbet âdetullaha da uygundur. Bu muhakkik âlimlerin, âdetullah’a uygun olmayan güç ve kudret ile donatılmış olacağı tarzındaki telâkkîler ile bu müessese gölgede bırakılmaya çalışılmamalıdır. Zîra mehdiyetle ilgili müteşâbih rivâyetlerde, âdetullaha ve teklif sırrına uygun düşmeyen kanaatler ve telâkkîler, meselâ mehdinin akşamdan sabaha bütün âlemi ıslah edeceği şeklindeki yaygın ve yanlış kanaat, kimi çevrelerce mehdiyetin inkârına sebep teşkil edebilmiştir. Oysa Bedîüzzaman’a gelinceye kadar böyle müteşâbih haberler doğru yorumlanabilmiş olsaydı, mehdiyetin inkârına kapı açılır mıydı?

OKU:   Abdestsiz Risâle Okumak

Tevhid inancına bağlılığı ve teslimiyeti sarsılmış olan bir asırda görevlendirilen Risâle-i Nûr da bütün mesâisini îman esasları üzerinde yoğunlaştırmış, îman bayrağını yeniden gönül burçlarına dikmeye çalışmıştır. Saîd Nursî Hazretleri (ra) Risale-i Nûr’un vazifesini şöyle tanımlar: “Risâle-i Nur, sâir ulemânın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliyâ misillû; yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizâcı ve ruh ve sâir letâifin teâvünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakâik-i îmâniyeyi kör gözüne de gösterir.”4 Müellif-i Muhteremi Risâle-i Nûr’un; Tevhîd hakîkatı için, tasavvur değil, tasdik; teslim değil, îmân; mârifet değil, şehâdet ve şuhud; taklit değil, tahkîk; iltizam değil, iz’an; tasavvuf değil, hakîkat; ve dâvâ değil, dâvâ içinde burhan olduğunu beyan eder. (5) Felsefenin kör gözü îmân hakîkatleri ile aydınlanmadıkça Risâle-i Nûr’un vazifesini bitireceği ve devrini tamamlayacağı kanaatinde değiliz. Risâle-i Nûr ile îmânlarını kurtaranların, başkalarının îmânlarının kurtulmasına hizmet etmeyi bir vicdân ve fıtrat borcu bilmeleri, vefâ ve sadâkat duygularının kendilerine yüklediği bir görevdir.

Dipnot:
1- Ebû Dâvûd, Melâhim, 1;
2- Feth’ül-Kebîr, 2/143;
3- Hicr Sûresi, 15/9;
4- Kastamonu Lâhikası, 13;
5- Mektûbât, 365.

Benzer konuda makaleler:

OKU:   Tarafgirlik ve tefrika marazı

image_pdfimage_print

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir