İnsanlara nasıl ulaşalım?

Elazığ’dan Mahmut bey: “Üniversitede okuyorum. Arkadaşlarımı Risâle-i Nûr doğrultusunda îman hizmetine yönlendirmek istiyorum. Bunun için nasıl bir metod uygulamalıyım? Günümüz üniversite gençliğini nasıl îmân hizmetine yönlendirmeliyiz?”

 

Her nerede bulunursak bulunalım; arkadaşlarımız ve dostlarımız arasında önce dostluğu, kardeşliği, uhuvveti, sevgiyi ve muhabbeti tesis etmeye çalışalım. İnanın, her şeyden çok buna ihtiyacımız var. Dostluğumuz dünyevî; kardeşliğimiz sun’î; uhuvvetimiz mecâzî; sevgimiz yüzeysel; muhabbetimiz zâhirî olmasın. Arkadaşlarımızı ve insanları önce sevelim; sadece sevelim. Olduğu gibi sevelim ve olduğu gibi kabul edelim. Onların bilgilerini yetersiz görmeyelim. Onları eleştirmeyelim. Onları kınamayalım. Onlara değer verelim. Onları garazsız sevelim. İvazsız sevelim. Karşılıksız sevelim ve sayalım. Sevmek, saymak ve muhatabımıza güven vermek îmân hizmetinde el uzatmak için şarttır. Bizi severse nazımızı çekecektir.

Emin olalım ki, sevgi, sevgiyi getirecek; saygı saygıyı doğuracak; içtenlik içtenliği netîce verecektir. Netîcede o da bizi sevecek ve sayacak. Bize güvenecek. Bize güvendiği an, elimizdeki nûru tebliğ etmemize—inşallah—eşsiz bir zemin hazırlanmış olacaktır. Çünkü âdetullah böyledir. Çünkü ilgimiz ve alâkamız, bizi mutlu bir sohbet ortamına, yani mutlu bir hizmet ortamına götürecektir. Ki, asıl olan budur ve bunu başarmaya mecbur ve mükellefiz.

Arkadaşlarımıza bir hakîkati ulaştırırken damarına dokundurmamaya gayret göstermeliyiz. Bir hakikati aktarırken, kınayıcı bir üslûp kullanmak ve damara dokundurmak, en başta elimizdeki hakikatin değerini düşürür. Bunun yerine olabildiğince müşfik olmalı, kucaklayıcı olmalı, müsamahalı olmalı, dışlamamalı, itmemeli, muhatabımızın bilgilerine değer vermeli, ona güvenmeliyiz. Çünkü bütün bu yüce sıfatlar, esasen elimizdeki yüce hakîkatlerin malıdır, sıfatıdıar ve özelliğidir. Seviyenin ve olgunluğun da tezâhürüdür.

OKU:   Şeair-i İslâmiye

Hazret-i Mûsâ (as), Hazret-i Azrâil’in (as) gözüne tokat vurdu mu, vurmadı mı? Böyle bir şey aklen mümkün mü, değil mi? Konuyla ilgili hadîs sahih mi, zayıf mı, uydurma mı? Eğridir’de halkın önünde bu konuları ihtiva eden ilmî bir münâkaşa yapılır. İki taraf da inatçı, iki taraf da ben biliyorum havasında, iki taraf da bilgi ve fazîletini göstermek istiyor; iki tarafta da insaf yok, tartışma usûl ve esâsı yok, muhataba saygı yok, sevgi yok. İki taraf da enaniyetinin peşinde.

Konu Hazret-i Üstad’a (ra) soruluyor. Hazret-i Üstad (ra) meselenin halk içinde bir münâkaşa tarzında tartışıldığını işitince, önce böyle mânevî meselelerde tartışma usûlünün nasıl olacağını ve hangi hallerde câiz olacağını beyan eden bir açıklama yapıyor, sonra gerekli izâhâta geçiyor. Açıklamasında Üstad Bedîüzzaman, bu çeşit meseleleri tartışmanın birinci şartının iki tarafta da insaf ve hakkı bulma niyetinin olması; iki tarafın da ilmî ehliyetinin bulunması, tartışmanın yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde vakarla yapılması gerektiğini beyan ediyor.

Üstad Bediüzzaman’a göre, tartışma sonunda eğer hakikat muhatabının elinde çıksa, kendisi de yanlış bildiğini anlamış olsa; insaflı olan ve hakîkat arayıcısı olan, hakikati enaniyetine tercih etmeli, yeni bir hakîkat öğrendiği için sevinmeli, muhatabına teşekkür etmelidir. İnsafın ölçüsü budur. Yoksa avukat gibi kendisini savunmak ve yanlışta ısrar etmek değildir. Bu şekilde îmânî meselelerde, enâniyetini hakka tercih etmek sûretiyle tartışma ve münâkaşa yapmak câiz de değildir. (1)

OKU:   Af ve barış sadakadır!

Bu örnekten bizim çıkaracağımız ders: Çok fazla tartışmaya ve münâkaşaya girip şeytanı sevindirmek yerine; dostluk ve muhabbet bağlarını güçlü tutup, arkadaşlarımızın şüphede ifrattan kurtulmaları için duâ etmeliyiz. Damardan girmek için pusuda bekleyen şeytana—Allah’ın izniyle—fırsat vermemeliyiz.

Hayırlı işlerin derecesine göre muzır mânilerinin de her zaman çok ve büyük olduğunu unutmamalıyız. Her ne kadar zamanımızın âhir zaman oluşu bizim hizmetlerimiz açısından dezavantaj gibi gözükse de, unutmayalım, geçmiş asırlarda fitneye, fesada, bâtıla, münkere ve kötülüklere karşı mücâdele eden ve hakkı tebliğle memur kılınan Peygamberler de maddî plânda çok donanımlı, çok güçlü, çok kuvvetli ve çok olumlu şartlarda görev yapmış değillerdi. Peygamberler de çile çekmişler, ezâ ve cefâ görmüşler, kavimleri tarafından reddedilmişler, kabul görmemişler, dinlenmemişler, çoğu zaman az sayıda kişiye tesir edebilmişlerdi. Fakat tek başına olsalar da, ümitsizliğe kapılmamışlar, karamsar olmamışlar, sadece Allah’a dayanmışlar ve kendilerine düşen, “1-Allah’ın emirlerine itaat etmek, 2-İyilik ve hayırda örnek olmak, 3-Tebliğ etmek” görevlerini bir an olsun aksatmamışlardı.

İçimizde hizmet bakımından daha iyiye ve daha mükemmele ulaşmak himmet ve gayreti bulunduktan sonra, hangi durumda bulunursak bulunalım, hizmetimizin, mümkün olan en kâmil noktada olduğundan şüphe etmemize gerek yok. Çünkü biz imkânımız dâhilinde olan işlerden sorumluyuz. İmkânımızı aşan işlerden sorumlu değiliz. Bütün mesele, mevcut imkânlarımızı ne derece seferber ettiğimizdir. Kendimizi sorgulayacaksak, bu noktada sorgulamalıyız.

OKU:   Tebliğ Ehline Düşen

Başarmamız gereken fiilleri Üstad Bedîüzzaman’ın öncelik sırasına göre sıraladığımızda:

“1-İhlâs, 2-Uhuvvet, kardeşlik, sevgi ve muhabbet. 3-Hizmet” olduğu anlaşılmaktadır.

Dipnot:
1-Mektûbât, S.335.

Benzer konuda makaleler:

image_pdfimage_print

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir